Batı’da Fatih, doğuda Yavuz, güneyde Barbaros gemileriyle adanın 3 tarafında petrol ve doğalgaz arama çalışmalarını sürdüren Türkiye, Doğu Akdeniz’de enerji korsanlığına geçit vermiyor.
Başta AB ülkeleri olmak üzere Batı’dan gelen tehditkar açıklamalara pabuç bırakmayan Türkiye, Fatih’ten sonra ikinci sondaj gemisi Yavuz’u da Doğu Akdeniz’e göndererek, kararlı duruşunu sürdürdü. Yavuz’un, sondajın yapılacağı Karpaz açıklarına ulaşmasının ardından paniğe kapılan emperyalist ülkeler ise birbiri ardına küstah açıklamalar yapıyor.
Doğu Akdeniz çanağında bulunan doğal gaz miktarının Avrupa’nın ihtiyaçlarını 50 yıl süreyle karşılayabileceği, bölgedeki petrol rezervinin ise, bunun yarısı kadar olduğu tahmin ediliyor. Enerji devlerinin odaklandığı Kıbrıs Adası, Lübnan, Suriye ve İsrail arasında kalan Levant Havzası adı verilen bölgede 1.7 milyar varillik petrol rezervi olduğu tahmin ediliyor. Bölgedeki toplam doğalgaz rezervinin ise, 3.45 trilyon metreküp olduğu tahminleri yapılıyor.
Konuya ilişkin değerlendirmelerde bulunan Sakarya Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ebubekir Sofuoğlu, Türkiye’nin garantör ülke olduğunu belirterek, şunları dile getirdi: “1959 Londra ve Zürih anlaşmaları, Türkiye’ye garantörlük hakkı tanıdı. Ada, adeta beşli bir yapı üzerine oturtuldu. Her yapının burada hakkı olacağı şekilde belirleme yapıldı. 1960 anlaşmasının üzerine henüz yeni bir uluslararası anlaşma tesis edilemedi. Türkiye fiili adım atmadığı zaman elindeki haklarının alındığını defalarca görmüştür. Türkiye garantörlük haklarını kullanmak için bu adımı atmıştır. Rumlar, doğal gaz anlaşmalarını İsrail, Mısır ve İngiltere ile yapıyor. Ne Kıbrıs Türklerine ne de Türkiye’ye danışılıyor. Bu durum anlaşmalara aykırıdır. Türkiye hem kendi hem Kıbrıs Türklerin hakkını korumak zorundadır.”
Necmettin Erbakan Üniversitesi Öğretim Görevlisi Mürsel Doğrul ise, şunları söyledi: “AB’nin, Türkiye’nin Akdeniz’deki doğal gaz arama çalışmalarını ‘yasa dışı’ olarak nitelendirmesi üzerine, bu konuya vuzuhla bir yaklaşım getirmenin gerekliliği yadsınamaz bir hâl almıştır. Nitekim AB’nin, son yüzyılın en klişe diplomatik silahı olan ‘yaptırım’ tehdidini de Ankara’ya iletmesi, Türkiye açısından sondaj çalışmalarındaki kararlılığın ehemmiyetini bir kez daha gözler önüne sermiştir. Aslında konu bağlamında uluslararası tarih ve normal hiyerarşisinde nelerin yasa dışı olarak kayda geçtiğini hatırlatmak, yapılacak en açıklayıcı yaklaşımlardan biri olacaktır. AB, 2004 yılında Rum Kesimi’ni siyasi ve ekonomik sorunlarını çözmeden birlik müktesebatına ve uluslararası hukuka aykırı bir şekilde tam üye yaparak korumaya alması yasa dışılık örneğidir. Ayrıca, kıta sahanlığı uluslararası hukukta BM Deniz Hukuku Sözleşmesi (1982) ile düzenlenen bir konudur ve kıta sahanlığında, cansız doğal kaynakları araştırma, işletme, kullanma ve faydalanma yetkisi kıyı devletine aittir. Bahse konu meselemizde kıyı devleti Türkiye’dir ve uluslararası hukukun verdiği haklardan yararlanan ülkeyi yasa dışı faaliyetlerde bulunmakla nitelemek ise, Kıbrıs Meselesi için Fraktallar halinde sorun üreten AB’nin bir diğer çelişkisinden başka bir şey değildir.”