Ezginin Günlüğü’nün ilk yola çıktığı günlerdeki niyetini muhafaza ettiğini söylemek mümkün. Ama müzikal anlamda, grubun giderek farklılığını kaybettiği söylenebilir
Yurtdışında bizim 60 ve 70’li yıllar pop müziğimize büyük ilgi duyan iki firma mevcut, Finders Keepers ve Pharaway Sounds. İlki Selda Bağcan’ın dünya çapında ünlenmesine sebep olmuştur. Diğeri de (izin alıp almadığına aldırmaksızın) düzenli aralıklarla sürpriz albümler yayınlamakta. Son çıkardıklarından biri de gelmiş geçmiş en iyi şarkıcılarımızdan Kamuran Akkor’un toplama bir albümü. Sanatçının 1971-1975 arasında yaptığı plaklardan bir seçme bu ve (Göksel’in birkaç yıl evvel yeniden söylediği) ‘Kabahat Seni Sevende’, ‘İkimiz Bir Fidanız’ (ki Akkor’un versiyonunda sözler, bildiğimizden biraz farklı) ve en büyük hitlerinden ‘Evet mi Hayır mı’ dahil 13 şarkı mevcut. Tamamına yakını ilk defa CD yüzü görüyor. LP baskısı da mevcut. Başta eBay olmak üzere çok sayıda internet sitesinde satılıyor.
AYRILIK VAKTİ GELDİ, AYRILDIK İSTEMEDEN...
Ezginin Günlüğü 33 yaşında. Aradan geçen bunca zamana rağmen grup hâlâ ayakta ve hâlâ albüm yapmayı sürdürüyor. ‘İstanbul Gibi’ albümleri henüz yayımlandı. Bir grubun dünyanın herhangi bir yerinde varlığını bunca yıl sürdürmesi çok zordur. Ülkemizde ise imkânsıza yakın. Ama Ezginin Günlüğü bunu başarabilmişlerden.
Başarabilmişlerden ama çok şey pahasına. İlk kadrolarından bir tek Nadir Göktürk mevcut şu anki hallerinde. Ama bu kadroyu yenileme (ya da silkeleme) harekâtı ilk değil. 1982 yılında kurulan grup, 1990’ın sonlarında da böyle bir işe girişmiş, dâhi müzisyenler Emin İgüs ve Tanju Duru ile yollarını ayırmıştı. Bir başına kalmış Nadir Göktürk, grubu yeniden şekillendirmişti.
Yeni şeklinde Hüsnü Arkan vardı. Bu yeni hal grubun kabuğunu kırmasına sebep olmuş, memleketin dört bir yanında ezgileri çınlamaya başlamıştı. ‘Oyun’ albümleri ve bu albümden ‘Düşler Sokağı’, o zamanların en popüler müzik kanalı Kral’da çalınmaya, videosu gösterilmeye başlayınca bir anda çok popüler olmuş ve (tıpkı Yeni Türkü gibi) muhalif sesler çıkaran bir grup, aynı zamanda çok satmaya, çok dinlenmeye başlamıştı.
O gün sonrası Ezginin Günlüğü hep çok popüler kaldı. Ama bu, duruşlarını/tavırlarını bozmalarına sebep olmadı. Hâlâ (yine tıpkı Yeni Türkü gibi) doğru bildikleri yolda gidiyorlardı. Kimselere benzemez bir sound’ları vardı. İşi oluruna bırakmıyor, her albümde birtakım yenilik ve denemelerle daha mütekâmil hale getiriyorlardı.
Ne vakte kadar? Gruba en az Nadir Göktürk kadar, hatta ondan biraz daha fazla damgasını vurmuş Hüsnü Arkan ayrılana kadar. 2010’un sonlarında solo çalışmak üzere ayrıldı Arkan ve Ezginin Günlüğü yine tamamiyle Göktürk’e kaldı. Bu da ezginin kanatsız kalması, gününün kararması olarak da görülebilir ya da okunabilirdi.
BELKİ RUH, BELKİ TEN
Grubun ilk yola çıktığı günlerdeki niyetini/amacını muhafaza ettiğini söylemek mümkün. Hâlâ muhalif, hem de tepeden tırnağa kadar. Anlatacak bir şeyleri, yolları aydınlatacak ışığı var.
Ama müzikal (daha doğrusu sound) anlamında, grubun giderek farklılığını kaybettiği söylenebilir. Hatta şu söylenebilir, fazlasıyla ‘İncesaz’ çınlıyor yeni albümleri. Albüm başlıyor, güzel güzel akıyor ve nihayete eriyor. Kulak tırmalayan hiçbir şey yok. Tam aksine, huzur veren bir fasıl gibi. İyi ve güzel ama Ezginin Günlüğü bu değil(di) ki.
Bir de şu: Ahmet Erhan’ın ‘Oğul’una biçilmiş yeni kılığın da yersiz, hatta gereksiz olduğu söylenebilir. Selda Bağcan bu şiiri, ‘Anne Ben Geldim’ adıyla, resmen göklere yükseltmiştir. Neden bu boşuna çaba ya da zaman kaybı? Grup kurulurken şiirin de peşinde olacağını söylemişti söylemesine de, neden hiç dokunulmamış ya da dokunulmuş ama olmamış şiirlerin peşinde değil de, dört başı mamur bir başarı haline getirilmişlerin peşinde?
Mesele büyük ihtimalle şu: Ezginin Günlüğü, bir grubu grup haline getiren o konuşma, tartışma, fikir yürütme, değiştirme, denemelerin biraz uzağına düşmüş. Sesi yüksek/gür çıkan tek bir kişi var: Nadir Göktürk. Ki albümdeki 13 şarkının bestesi de ona ait; birkaç şiir hariç, şarkı sözleri de. Bu da çoksesliliğin bile uzağına düşmek demek. Hatta gerilemeyi, kendi ses(ler)iyle çağırmak demek.
Çukulata Kız/ Aşk İçin,
Hacer Özil, HCR (5 üzerinden 2 yıldız)
Hacer Özil’in (ismi Kirişçi olarak devam ediyor ama albümlerinde kullanmıyor) üçüncü çalışması (bir EP bu; ilk iki çalışması ise ‘Erkekler’ ve ‘Ahde Vefa’ adlı albümlerdi) ‘Aşk İçin’, bir kutu çikolatanın içinde gönderildi gazeteci ve radyoculara. “Tatlı yiyelim, tatlı dinleyelim” hesabı. Biri Bizi Gözetliyor’un (BBG) yarışmacısı olduğu günlerden beri müzikle bağlarını ekranlara nakşetmiş Özil’in ‘Aşk İçin’i; içinden (ve başlığından) “aşk” geçen üç şarkıdan oluşuyor; ‘Ne Acı (Aşk’a)’, ‘Aşk’la’ ve (‘Çukulata Kız’ın ritm kralı Ragga Oktay’ın şarkısı) ‘Aşk İçin’. İlk şarkının bir de ‘slow’ versiyonu var. Versiyon dahil, şarkıların hiçbiri kötü değil. Ama bu iyiler mi demek? Hayır, değil.
Kumlu bir şişe aşk/ 1 Şişe Aşk,
Buray, Sony Müzik Türkiye (5 üzerinden 2 yıldız)
Genç kuşak erkek vokalistlerin büyük bir kısmı gibi Buray; içli içli söylüyor şarkılarını. Biraz da o arabeskçi rock solistleri gibi. Ama arkada cayır cayır gitar olmadığı için de fazladan yersiz bir duygu(lanma) hali. “Dur bakalım ne olmuş, nesi var?” diye anlamaya çalışmaktayken, bir de bakıyorsunuz ki iş tempo kazanmış, hareket/bereket gelmiş orta yere: “Bulur seni sevdam, korur seni sevdam, yorulmaz, her düştüğünde tutar seni” (‘Alacalı’). Tarkan ile Kaan Tangöze’nin vokalini, günün birinde layıkıyla birleştiren olur mu bilinmez ama Buray’ınki de olmamış. Tanıtım paketiyle kum dolu küçük bir şişe de eklenmiş albümün yanına. Nedenini/niçinini herhalde bu fikrin sahibi biliyordur. ‘1 Şişe Aşk’ mı yani? Kum dolu bir şişe?