Rusya Federasyonu Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Dmitriy Medvedev, Rusya-ABD ilişkileriyle ilgili yazı kaleme aldı. Yazıda "Rusya ve ABD arasındaki ilişkiler aslında Soğuk Savaş dönemine geri döndü" ifadeleri kullanıldı.
Rusya Federasyonu Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Dmitriy Medvedev, Rusya-ABD ilişkilerine dair kaleme aldığı 'Geçmişten çıkarılmayan dersler' başlıklı yazısında "Rusya ve ABD arasındaki ilişkiler son zamanlarda fiili rekabetten karşılıklı cepheleşmeye geçti, aslında Soğuk Savaş dönemine geri döndü" ifadelerini kullandı.
'Büyük güçlerle çarpışmadan kaçınmak, korkaklığa değil bilgeliğe işaret eder, zira kendini feda etmek hiçbir zaman ve hiçbir yerde yarar sağlamaz.'
Rusya ve ABD arasındaki ilişkiler son zamanlarda fiili rekabetten karşılıklı cepheleşmeye geçti, aslında Soğuk Savaş dönemine geri döndü. Yaptırım baskısı, tehditler, çatışmacı mücadele, bencil çıkarların korunması, tüm bunlar dünyayı kalıcı istikrarsızlığa sürüklüyor.
İki ülke arasındaki ilişkiler uzun süre bu tür durumda bulunduğunda buna kriz denir. Bu tür krizler, ilişkilerde daha da kritik dönemlerin – 'krizlerin krizlerinin' – ortaya çıkması için çok verimli bir zemin. Böyle bir durumda, herhangi bir yanlış adım, sabırsızlık, her kelimenin 'ağırlığını' anlama eksikliği, sadece iki ayrı ülkeyi değil, tüm dünyayı en zor sorunların uçurumuna sürükleyebilir ve doğrudan askeri çatışma tehdidiyle karşı karşıya bırakabilir.
Benzer durumlar ortak tarihimizde daha önce de yaşanmıştı. Gerçi o zamanlar şimdikinden biraz farklı, olay mahali de Karayiplerdi, ama her iki durumun mahiyetleri birbirine çok benziyor.
O dönemde, ABD’nin dış politikası, ülkemizi buna uygun biçimde hareket etmeye zorluyordu. ABD’nin 1950’lerin sonlarında ve 1960’ların başlarında Türkiye, Güney Vietnam ve Lübnan’a Amerikan füzelerinin yerleştirilmesi, Küba’da devrime yol açan garip politikalar ve ardından Özgürlük Adası üzerindeki kontrolü geri kazanma girişimleri ve diğer birçok vaka.
Günümüzde de Rusya karşıtı yaptırımlar, Rusya’yı taciz kampanyası, ABD’nin komşularımıza yönelik politikası, NATO’nun sınırlarımıza dayanması, Kuzey Akım-2’ye karşı mücadele, ülkemizin Kuzey Deniz Yolu projesini hayata geçirmesiyle ilgili endişeler, Ukrayna sorunu ve birçok başka sorun. Bu politikanın her gün yeni örnekleri ortaya çıkıyor.
Geçmişte Sovyetler Birliği gibi günümüzde Rusya da tehditler düzeyi açısından her zaman ABD’nin gerisinde kalmıştı.
1960’lı yılların başlarında, Sovyetler Birliği’nin Amerikalılara yanıtı, Küba’ya stratejik saldırı silahı yerleştirmesi olmuştu. Bilindiği gibi ABD, gerilimi daha da tırmandırmayı seçti ve bölgeye çok sayıda savaş gemisi çekerek adayı ablukaya aldı ve hatta tam anlamıyla taarruza hazırlandı. Buna, Küba Füze Krizi adı verildi. Bu krizin iki önemli hususu var.
İlki. Uzun vadeli yanıt. Bu, sadece ABD kıyıları yakınlarında düşman füzelerin ortaya çıkması değildi. Her şeyden önce bu bir güç gösterişiydi ve daha da önemlisi Batı’nın, ülkemizin kısa süre içinde dünyanın herhangi bir noktasında askeri üs kurmak için sahip olduğu altyapısal imkanlarının farkına varmasıydı.
İkincisi, 'Savaşa beş dakika mesafede olan' durum, iki süper gücün, serinkanlılık koruyan ve uzlaşmanın 'bilgeliğini' kabul eden ve buna boyun eğen ve dolayısıyla tavizlere hazır olan liderleri tarafından kurtarıldı.
Liderlerin doğrudan görüştüğü anlar da oldu, görüşmediği anlar da oldu ama her halükarda Sovyetler Birliği ve ABD arasında, tehdit ve ültimatom dilinin kullanılmadığı eşit haklara dayanan bir diyalog vardı.
Küba Füze Krizi çözüme kavuşturulduktan sonra, 20. yüzyıl boyunca iki ülkenin savaşa bu kadar yakın olduğu hiçbir durum oluşmamıştı. Çünkü her iki ülke şu dersi çıkarmıştı: uluslararası sorunları çözme konusundaki işbirliği karşılıklı cepheleşmeden daha iyi.
Ancak bugün durum biraz farklı. ABD istikrarsız bir dış politikaya girdi. İran ile nükleer anlaşmadan çıkmaları. Açık Semalar Anlaşması ve bazı diğer anlaşmalardan çekilmeleri. Şimdi de yeni başkanın söylemi.
Yeni stratejik gerçeklik – Washingtonun dış politikasındaki istikrarsızlık – büyük ölçüde hem iç nedenlerden hem de Batı dünyasının lideri olarak ABD’nin otoritesinin zayıflamasından kaynaklanıyor.
Amerikan yönetiminin yeni taktiği, bir yandan diyalog ihtiyacına işaret etmek, diğer yandan da baskıyı artırmak. Bunun sebebi, Demokratların seçim öncesi vaatlerinin yerine getirmesi de olabilir, yeni ekip içinde bir rota geliştirme ve karar alma konusunda fikir birliği eksikliği de olabilir, ABD’nin ‘misyonerliği’ de olabilir. “Biz her zaman haklıyız, siz bizi dinlemelisiniz” Partnerler ve karşıtlar bu politikayı hak olarak kabul etmeli, üstelik aldıkları 'dersten' dolayı müteşekkir olmalı.
İki başkan arasındaki telefon görüşmesi sırasında diyalog çağrısını duyduk. Akabinde sert söylem başladı, Rusya’ya karşı yeni yaptırım kararları alındı, diplomatlar sınır dışı edildi, Rus tehdidiyle ilgili emir imzalandı. Ukrayna’nın doğusunda yapay olarak kötüleşen ihtilaf, ABD yönetiminin militarist açıklamaları, bölgemize askeri teçhizat sevkiyatı da buna eklenmeli. Sözün kısası, durumun kötüleşmesi.
Sovyetler Birliği’nin ABD tarafından, şüphesiz dikkate alınması gereken, eşit haklara sahip bir rakip olarak algılandığı açık. Bu hem tarafların askeri ve siyasi eşitliğinden, ki bu eşitliği korumak için uluslararası örgütler sistemi kurulmuştu, hem de NATO ve Varşova Paktı gibi iki askeri bloğun varlığından kaynaklanıyordu.
Ancak Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından eşitlik bir süre ortadan kalkmış oldu. 15 yıl boyunca, başka hiçbir ülkenin kıyaslanabilir bir güce sahip olmamasının ötesinde böyle bir gücü elinde bulundurma hakkına sahip olmadığı koordinat sisteminde geçiren ABD açıkçası eşit diyalogun ne olduğunu unutmuş oldu.
Dünya hükümdarı ve kolektif Batı’nın koruyucusu konumunu geri kazanma, paralel olarak da kendi kendini buna ikna etme çabası içinde olan yeni ABD idaresi, onlarla karşılaştırılabilir altyapı imkanlarına, askeri ve politik potansiyele sahip başka bir ülkenin olabileceğini kabul etmeye cesareti yok. Misal Çin ve Rusya.
Gündemdeki soru: Mevcut ABD yönetimi, 1960’lı yıllarında Küba Füze Krizi’nde iki ülke liderlerinin vardığı 'uzlaşma bilgeliğine' ulaşabilecek mi?
Peki gerilim son safhaya geldiği bu durumda, sorunları çözmeye neler yardımcı olacak?
Bu noktada 3 önemli husus var.
Öncelikle, 'hayati önemdeki kararın' bedelinin farkına varmak. Zaferin yol açtığı hasar, kazananın geleceği ile ilgili soru işaretleri yaratacak kadar büyükse bu bir zafer değil.
İkincisi, doğrudan iletişim. Bu sadece telefon açmak değil, açık açık konuşma ve daha da önemlisi muhatabı duyma, mantığını ve argümanlarını anlamak.
Üçüncüsü ve en önemlisi. Sadece tavizlerin zaruret ve mümkün olduğunu anlamak değil, aynı zamanda bu tavizlerde bulunmaya hazır olmak. Diyalogu imkansız yapan ültimatom ve edepsizlik dilinden vazgeçmeye hazır olmak.
Tam da bu sebeple, “Rusya bedelini ödeyecek” gibi basit sözlerden oluşan söylem, çok Amerikan tarzı gibi kulağa geliyor olsa da çıkmaza sürüklüyor. Bu tünelden çıkış yok. Bu mantra kimsenin aydınlanmasına yol açmaz.