Sumru Yavrucuk ve Özge Gürel “Annem”in herkese tanıdık gelecek duygular barındırdığı fikrinde. Gürel “Anne kız ilişkisi baba ya da kardeşlik ilişkisinden bambaşka. Filmin senaryosunu okuduğumda gerçekten ağladım” diyor. Sumru Yavrucuk da “Kendimizle
İki başarılı isim iki güçlü kadın bir film için buluştu. Filmin ismi “Annem”, vizyona yeni girdi ve hemen ses getirdi çünkü çok duygusal ve gerçekçi bir hikayeden yola çıkılmış. Annem bir anne kızın zorluklarla ve çekişmelerle dolu yaşamını anlatıyor. Geniş çerçeveden bakarsak kadınların hikayesini yani hepimizi anlatıyor. Hem Sumru Yavrucuk hem de Özge Gürel senaryodan çok etkilenmiş; bu filmde herkes annesiyle ilişkisinden bir parça bulacak diye düşünüyorlar. Film vesilesiyle Pera Palace Hotel’de bir araya geldik, kadına şiddetten tutun da onların anneleri ile ilişkilerine kadar her şeyi konuştuk.
Kadına şiddeti çok fazla konuşmak zorunda kaldığımız bir dönemden geçiyoruz. Ne yazık ki neredeyse her gün bir kadın aile içi şiddete uğruyor. Kadınların hikayesini, anneliği anlatan bir filmde oynamak size neler hissettirdi?
Sumru Yavrucuk: Özellikle günümüzde Türk sinemasında odağı kadın olan senaryolarla buluşmak oldukça zor. Bu bizim için bir şanstı. İkimiz de bu şansı değerlendirmek istedik. Dediğiniz gibi kadına şiddet eğilimi gün be gün artıyor. Kadınlar seslerini daha çok duyurmaya çalışıyorlar, daha çok çığlık atıyorlar, daha çok öldürülüyorlar. Biz de bu cinayetleri cep telefonlarından izliyoruz; bu korkunç bir şey. Bu vahşet karşısında kendi yüreğimle başa çıkabilmek için bir oyuncu olarak kadının derdini anlatan filmlerde oynamayı ve bu şekilde kendi acılarıma, acılarımıza derman olmayı hedefliyorum.
Özge Gürel: Ben bu durumun sadece son dönemde daha gözle görülür hale geldiğini düşünüyorum. Bu yıllardır çok ciddi bir sorun ülkemizde. Temeli de yetiştirilişten başlıyor, eğitim hayatıyla devam ediyor. Erkek egemen ve erkeğin kendinde her şeyi hak gören bu tavrı ailede başlıyor. O özgüven had bilmezlik aslında. Geleneklerimizde inatla var olduğunu söylemelerine rağmen ki inanmıyorum buna; erkeğe dair her şeyi kutlamaktan, erkeği hep bir şekilde kız kardeşinden, kız çocuğundan, yeri geldiğinde annesinden bile üstün tutan durumların hepsinden sıyrılmamız gerekiyor. Düşünsenize çok normalleşmedi mi? Telefonla çekiliyor ve hepimiz bunu Twitter’dan izleyebiliyoruz. Şiddet durumlarında ikinci bir şans verilmemesi gerektiğini düşünüyorum uzaklaştırma kararının ardından.
Özge Gürel: “Maço erkeklerin yükseltilmesi beni çok tedirgin ediyor”
Kadına şiddetin artışında medyanın payı var mı sizce?
S.Y.: Özellikle televizyonda sürekli erkek egemenliğine dair yerli yersiz bir pohpohlanma görüyoruz. Burada hepimiz üstümüze düşen sorumluluğu gözden geçirmeliyiz. Ceza kısmına gelince; bir cinayet işleniyor ve maalesef orada ölen kadının o adamın taktığı kravat kadar değeri olamıyor. Adam kravat takıyor ve iyi halden indirim alıyor.
Gözden geçmesi gereken çok konu var yani.
Ö.G.: Enteresan bir algı da yaratılıyor aynı zamanda. Kıskanç, maço erkeklerin yükseltildiği, el üstünde tutulduğu hikayeler. Genç kızlar arasında bunu daha erkeksi bulmak, bunu sevilmenin gereği gibi görmek durumu da var. Bu da beni çok tedirgin ediyor.
“Bana vurdu ama beni kıskanıyor, seviyor” diye düşünen kızlar var ne yazık ki!
Ö. G.: Bunu sevgiye bağlamak hastalıklı bir duygu. Sanırım gerçekten eğitim sistemine bununla ilgili bir şeyler eklemek gerek.
S. Y.: Gündüz programlarına bir bakalım. Sabahtan başlayarak nasıl güzel yemek yapılarak erkeğin gözüne girilir, kaynanalar nasıl tavlanır, güzelliğin bilmem kaç kuralı gibi örnekler izliyoruz. Hep erkeğe hizmet tarif ediliyor birçok dizide, programda. Örneğin, erkeklerin siniri bozuluyor, vuruyor. Kadınlar korunması gereken varlıklarmış gibi bir algı yaratılıyor. Erkeğe emanet edilen kadın figürü kadını güçsüzleştiren bir algıya hizmet ediyor. Erkeğin korumacı tavrı kadınların işini kolaylaştırmıyor aksine onları yalnızlaştırıyor. Zaten kadına şiddetin yaygın sebeplerinden biri de; bu kadar pohpohlanan erkeğin kendi eksikliklerini fark ettiği zaman kadın bedeni üstündeki güç gösterisi.
Kadınlar pekâlâ kendi ayaklarının üstünde durabilirler. Ve aslında düşünsenize kadınlar var olan güçlerini kullanabilseler dünya bambaşka renklerle dolmaz mıydı?
Özge Gürel: “Bize dokunan her şeyde anneyi tırmalarız”
Filmde nasıl bir anne kız ilişkisi var? Kendi hayatlarınızdaki anne kız ilişkisine benzer bir ilişki mi farklı mı?
Ö. G.: Anne kız ilişkilerini ben hep kaotik bulmuşumdur. Ne kadar huzurlu ve keyifli olursa olsun mutlaka her anne kız arasında o minik vicdan azapları, minik hesaplaşmalar, benzemekten korkmak ya da ekstra benzemeye çalışmak gibi duygular oluyor. Anne kız ilişkisi baba ya da kardeşlik ilişkisinden bambaşka. O yüzden filmin senaryosunu ilk okuduğumda gerçekten ağladım. Ve hemen menajerimi aradım “Bir de sen mi okusan?” diye. Çünkü bir kız çocuğu olarak objektif olamayacağımı düşündüm. Mutlaka tanıdık bir şeyler bulacaksınız. Sadece Ayşe ve Nazlı’nın hikayesini değil. Çocukluğuma dönmüş gibi hissettim ben, mahalleye dönmüş gibi
S. Y.: Annem ve kızım kelimeleri ne kadar yakışır içimize, dilimize. İçi bir o kadar yüklüdür bu kelimelerin. Filmde çok tanıdık bir tavır var. Annenin büyük fedakârlıklarıyla kızının hayatını kurabilmek için verdiği mücadele kıza ağır geliyor. Vicdani bir yük yaratıp, anneden uzaklaştırıyor. Ben mesela senaryodaki Nazlı’yı o kadar iyi anlıyorum ki! Benim hayatımda da senaryoyla çok örtüşen anlar, olaylar vardı. Çünkü çok gerçek. O yüzden bence herkes bu filmde kendine dair pek çok izle karşılaşacak.
Sizi bu kadar ağlatan ne oldu Özge Hanım senaryoyu ilk okuduğunuzda? Bir yaranıza dokunmuş olmalı…
Ö.G.: Genel bir his vardır, evrenseldir o duygular anne kız ilişkisinde. Küçük bir an tanıdık gelecek. Flashbackler ortaya çıkacak. Bende çok çıktı. Biz üç kız kardeşiz; annemle şu an muazzam bir ilişkim var ama ergenlik dönemlerimi hatırlıyorum, mutsuzluklarımı hatırlıyorum. Bir de kız çocuklarının gücü hep anneye yeter ya. Bütün öfkemizi acımızı hep anneden çıkartmaya çalışırız. Bize dokunan her şeyde anneyi tırmalarız.
S.Y.: Aslında bu kendi acımızdır. Ergenlikteki bütün kendine acıma, keşfetme, kendi varlığını ispat etme gibi bir baskıyı annemize yönlendiririz. Kendimizle barıştığımızda annemizle de barışırız.
Siz “Annem” için kendimizi affedebilmek adına bir film diyorsunuz. Neden kendimizi affetmeliyiz?
S.Y.: Anne kız ilişkilerinde kırılganlıklar, kavgalar, öfkeler yaşanabilir. Benim kendi özelimde senaryoyla örtüşen yerler konservatuarda okumak için evden ayrılmamdı mesela. Tek başıma küçücük bavulumla çıkmıştım ben de kendi yolculuğuma. İnsan ruhu sürekli fermente olma özelliğine sahip. Kendimize şefkat göstermek için, kendimizle barışmak, uzlaşmak için içimize hak vermek ve gerekirse onu affetmek önemli diye düşünüyorum.
Canlandırdığınız anne de kendi anneliğinizden de izler var mı?
S.Y.: Benim annemden fazlasıyla var. Kendimden de izler oluşmaya başladı. Beş yıldan beri anne olduğum için benim de anılarım birikmeye başladı. Çok mutluyum o açıdan.
Özge Gürel: “Bizi en çok klişelere bağlı kalmak yaralıyor”
Anne olmak mı daha güzel yoksa hep bir annenin çocuğu olarak kalmak mı?
Ö.G.: Şu an iyi bir evlat olma yolundayım. Bunu deneyimliyorum. O hak verdiğim süreçleri de yaşıyorum annemle. Biz de o yüzleşmeleri yaşadık ve sanırım filmdeki en güzel an da bu benim için. O yüzden Sumru abla sanırım bunu bir dram olarak algılamamamız gerektiğini söyledi. Çünkü yüzleşmeye fırsat bulabilmek bir lüks. İnsanlar aynı evin içinde yıllarca birbirlerine içini açmadan ömür geçirip, ilişkileri havada bir şekilde bitirebiliyorlar. Toplum olarak bizde dökülmeler çok olmuyor, “Kol kırılır, yen içinde kalır”ı daha çok severiz biz. Ama film öyle değil. Burada bir savaş da var, barış da var. Hesaplaşıp, sarılma da var. Ve bu bir lüks. Kendi açımdan baktığımda yapabildiğim en güzel şey bu. Annemle açılmadık kapımız yok. O kapıları açıp, kucaklaşmayı bildik. Ve şu an anne kız olmanın en keyifli süreçlerini yaşıyoruz.
“Annem” adlı film cuma günü vizyona girdi.
S.Y.: Bendeki mücadele de zaferle sonuçlandı. Babamın engellemeleri nedeniyle konservatuar yıllarında zorluklar içinde iki yıl geçirdim. Sonra kabul görmeye başladım, sonra da gurur duydular benimle. Ailemle o mutluluğu uzun bir süre yaşamak için zamanım oldu. Bir baktım ki bir süre sonra neredeyse benim prömiyer heyecanıma yakın heyecanlar yaşadılar. Ben Altın Portakal aldığım zaman bütün İstanbul biliyordu babamdan dolayı. Kızına harçlık vermeyen bir babadan gelinen nokta şu oldu; Oda Tiyatrosu’nda oyun oynuyorum ve babam bütün biletleri satın almış. Babamı blazer ceketi ve annemi de güzel bir döpiyesle misafirlerini tiyatro salonuna alırken buldum. Hep o halleriyle kaldılar bende. Her prömiyerimde onları hep o halleriyle hatırlarım.
Kızlar annelerinin kaderini yaşar diye bir klişe vardır. Ne düşünüyorsunuz bu konu hakkında?
Ö.G.: Sanırım bizi en çok yaralayan bu klişelere bağlı kalmak. Çünkü bunları içselleştiriyoruz duya duya. Duyduğumuz birçok şeyi kodluyoruz. Onlar da kodladı muhtemelen. Bana ikisi de çok ürkütücü geliyor. Çocukların proje çocuk olarak görülüp, “Ben yapamadım, o yapsın”, “Ben üzüldüm, o üzülmesin” düşünceleri de ürkütücü. Bütün anne kız savaşları da bundan çıkıyor. Onun düşmesine de kalkmasına da, kendi yolunu bulmasına da izin vermediğimiz sürece evet bu klişeler tekrarlanacak, anneler kızlarının kaderini yaşayacak. Çünkü bilinçaltımızda kötü de olsa güvenli alan duygusu var. Çok kavgalı bir evde büyüdüysek, kavgalı ilişkiler bize güvenli alan geliyor. Bence bir ebeveynin görevi çocuğunun geleceğini planlamaktan ziyade elinden geleni yapıp, evin huzurunu sağlamak. Onu iyi ve huzurlu bir ortamda travmasız bir şekilde büyütmeye çalışmak. Kendi yolunda yaşayacağı travmalara ya da acılara kimse engel olamaz. Bunların hepsine ihtiyacımız var. Çok korunaklı çocuk yetiştirmeyi doğru bulmuyorum. Ben en küçük çocuktum ve şu lüks çok güzeldi; en küçük çocuğa kadar bütün şunu şuna yaptırayım hevesleri ve heyecanları bitmiş oluyor ve sen özgür kalabiliyorsun. Anne ve babaların yapmak ve yaptırmak istedikleri hep ilk çocuğun omuzlarında.
S.Y.: Benim de en büyük avantajım dört kardeşin en küçüğü olmamdı. İlk olsaydım belki yapamazdım. Aslında bunun sebeplerinden biri kadınların istedikleri, arzu ettikleri şeyleri gerçekleştiremeden anne olmaları. Eksik bir hayatla anne olunduğu zaman tüm hasretlerini çocukla tamamlamaya çalışma telaşı evde de yeni bir yapıyı oluşturuyor. Tıpkı bizim filmimizdeki gibi. Çocuğa adanmış bir hayat, fedakar bir ana ama kızının üzerinde bıraktığı vicdani yükü fark edemiyor.
Ö.G.: Sevgiyle esir etmek aslında bu!
“Bu hikayede herkes haklı”
Ama o kadar ısrarcı olmasa belki de o kız okuyamayacak?
S.Y.: Nazlı’nın zaten okumaya niyeti var. Ayşe kızına maddi ve manevi desteğini de kocasının fikirlerini değiştiremediği için gizli gizli yapıyor.
Ö.G.: İki tarafın da haklı tarafları var tabii. Anne tarafından bakınca da sevgiyle esir etmenin haklı sebeplerini bulabiliriz. Ama sorun şu ki kendi yapamadıklarımızı, tamamlanmamış hayatlarımızı çocuk üzerinde uygulamaya çalışmak çocuğa müthiş bir baskı oluşturuyor. Ve gerçekten boğuluyor, kendi yolunu bulamıyor.
S.Y.: Tabii ki herkes haklı bu hikâyede. Doğrusu yanlışından öte aslında iki yanı da anlamak lazım. Çocukluk anılarına yüklenenlerin altında kalan kadınlar, adamlar tanıdık değil mi. Çocuğunu ikinci bir yaşama şansı olarak görmek çok yaygın, anlaşılır ama bir o kadar da çözülmesi gereken bir durum diye düşünüyorum.
Çoğu anne ki şimdi fırsat eşitliği daha çok eğitimde, bundan 30 yıl önce kendileri gibi ele muhtaç olmasın, bir adamı çekmek zorunda kalmasın diye büyütüyordu kız çocuklarını büyük fedakarlıklarla hem de. Türk kadının gücü annelerimizden mi geliyor sizce? Yılmamamız mesela, sabretmemiz.
S.Y.: Kadından alıyoruz bence.
Ö.G.: Evet anne buradan baktığınızda evi yönetiyor, çocukları yetiştiriyor bu bir taraftan da çok güçlendiren bir şey anneyi. Ama mevzu bu gücü nasıl kullandığına ve annenin doğru bildiklerine bağlanıyor.
Gerçek hayatta anne kız olsaydınız nasıl olurdu diye düşündünüz mü hiç?
Ö.G.: Klişe bir anne kız olurduk bence. Ben kapıları çarparken arkamdan “Kendine gel” diye bağırabilirdi Sumru abla.
S.Y.: Bence ben “Şunu da denese, şurada bir oyun var, ona da gitsene” derdim.
Ö.G.: Ben de “Sıkıldım” deyip ergenlik yapabilirdim muhtemelen. Müthiş eğlenirdik, birlikte çok seyahat ederdik herhalde.
“Ve doktar bana ‘Anne oluyorsun’ dedi”
Bu film anne olma isteğinize dokundu mu etkiledi mi?
Ö.G.: Bu kadar içselleştirmiyorum karakterleri. Şu an hayatımda yaşımı deneyimlediğim, iyi evlat, iyi arkadaş, iyi bir kız arkadaş olma yollarında olduğum bir dönemdeyim. Ve öğreneceğim çok şey var. Annelik tabii ki de deneyimlenebilir bir şey ama şu an kendimi yakın hissetmiyorum.
Sizinse muhteşem bir annelik hikayeniz var. “Oğlumu doğurmadığımı unuttum” dediniz, içimizi dağladınız. Annelik öğrenilen bir şey mi? Yoksa her kadın anne mi doğar?
S.Y.: Bence her kadın annedir; çocuğu olsun ya da olmasın. Oğlumla beraber olmaya başladıktan sonra sadece ruhsal olarak değil fiziksel olarak da gözle görülür değişimlerim oldu. Doktoruma bile danıştım. Ve o bana “Anne oluyorsun” dedi. Bedenimizin aslında beynimizin hizmetinde olduğunu gösteren en güzel örnekti benim için.
Sizden sonra koruyucu anne olmak isteyen birçok kadın kendinde cesaret buldu.
S.Y.: Koruyucu aile olabilmek için Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na yüzlerce başvuruda bulunulmuş. Bu beni çok duygulandırdı. Çünkü çocuklarımız bu cesur annelerin kucaklarında çok daha güvende, sağlıklı ve mutlu olacaklar.
Onlara ne önerirsiniz?
S.Y.: Her zorluğu sabır ve sevgiyle aşacaklarını bilmelerini isterim. Onların en büyük ihtiyaçları olan özel ilgiyi ve sevgiyi birlikte keşfetmek, yaratmak paha biçilemez. Bu sevginin iki taraf için de iyileştirici gücünü hissetmek ise cabası… Seçilmiş ve birlikte yaratılmış ortak bir hayatın güzelliği içinde olmak, insanın kendine verebileceği en güzel armağan ayrıca.