Sürekli bir söylem var günümüzde. “Kültürel yıkımların yaşandığı çağımız” diyoruz… Kültürel yapıcılık rolünü kimler üstlenmeli? Fertlerin ve ailelerin neler yapması gerekir?.............
Çağımız iletişim çağı. Bu iletişim çağında insanlar arasındaki ilişkilerin çok yoğunlaştığı, kültürler arasındaki ilişkinin çok yoğunlaştığı bir dönemdeyiz… Ve bu iletişim kanallarının artması sonucu dünyanın adeta küçük bir köy haline geldiği bir çağda yaşıyoruz. Dolayısıyla kültürler arasındaki bu etkileşimde insanlar genellikle normal olmayan veya kendi kültürleri içerisinde yer almayan ama daha kolay hayata geçirilebilecek veya insana daha büyük hazlar verebilecek, daha nefsani olan kısımlarına daha fazla rağbet gösteriyor. Ki bu bütün dünya için geçerli. Bizim gibi toplumlarda ise durum çok daha farklı ki bu kapitalizmin bir oyunu aslında. Çünkü kendine uygun bir kültür yapısına yönlendirdiği toplumlara mal satarak zenginleşmeleri daha kolay gerçekleşmektedir. Ki bunun klasik örneği sıkça vurgulanıyor zaten klasik markalardan, Amerika’nın veya Avrupa’nın çeşitli markalar üreterek adeta girdikleri her ülkede o markaları kapitalizmin birer atlısı gibi oraların fethedilmesinde kullandılar ve kullanıyorlar. Bu kültürel yıkımların ve yozlaşmaların temel sebeplerinden birisi, bizim kendi kültürümüzü tam anlamıyla bilmiyor oluşumuzdur. Daha doğrusu “kültür” konusunda normal yaşam içerisinde alışkanlıklarımızın neye dayandığını ve o alışkanlıklarımızın, o davranış biçimlerimizin hangi sonuçları doğuracağı konusunda pek bir fikir sahibi değiliz. Bir şeyleri yapıyoruz ama sorgulamadan ve nereye dayandığını bilmeden… Dolayısıyla ne yaptığımızı bilmeden oluşturduğumuz yaşam biçiminin bir kültür olduğunun farkında değiliz. Oysa kültürün içinde, doğduğumuz andan hatta daha öncesinden, çünkü daha doğmadan evvel anne rahmindeyken bile yapılmış olan çeşitli ritüeller, törenler, hazırlıklar ve devamında da öldükten sonraya kadar süren bütün süreçteki yaşadıklarımızın tamamı bizim hayatımızı etkileyen kültür varlıklarımızdır. Yani din, bir kültürdür. Eve gelen misafiri ağırlama şeklimiz kültürdür. Çocuk yetiştirme yöntemimiz kültürdür. Aile ilişkilerimiz, sosyal ilişkilerimiz birer kültürdür. Yani hayatın her aşaması kültürel bir parçadır. Kültür böylesine yoğun bir kavram olmasına rağmen, nereden kaynaklandığı ve bizi nereye götürdüğü konusunda çok büyük kaygılar taşımayız. Şimdi bu yozlaşmaların önünde durabilmek adına yeniden medeniyet oluşturmamız gerektiği, yeniden kültür üretmemiz gerektiği konusunda yapmış olduğum söyleşiler ve yazdığım yazılar var. Yeniden kültür üretmeliyiz diyorum, çünkü dünya insanlık ailesine sunduğumuz ve diğer insanların kullandıkları herhangi kullandığımız çok ciddi bir kültürel varlığımız söz konusu değil, bilimsel anlamda, teknolojik anlamda, sanatsal anlamda v.b çok ciddi üretimlerimiz söz konusu değil. Kültürlerin üretilmesi bir medeniyet işidir. Medeniyetin oluşabilmesi için ise çok ciddi bir birikim, eğitim sistemi, eğitim modelleri ve o eğitim modelleri içerisinden çıkmış insanlara sağlanmış imkanlar, bunu anlayabilen, bunun faydalarını görebilen yönetim kadroları ve tabi ki ekonomik güç çok önemli. Bu medeniyeti oluşturabilmenin yolu ise, ilk önce böyle bir medeniyete ihtiyaç olup olmadığını bilmektir. Ama hiçbir toplum “hadi biz bir medeniyet oluşturalım” diye yola çıkmıyordur. Ancak ve ancak o toplum içerisindeki toplum önderi olan insanların çok daha sağlıklı düşünerek, gerek kendi toplumuna gerekse insanlık alemine neler verebileceğini, neler katabileceğini hesaplayıp yönlendirmesiyle oluşacak bir durumdur. Biz şu anda 75 milyonluk ülkeyken, ürettiğimiz gerek bilimsel, gerek teknolojik, gerek sanatsal anlamda ürettiklerimiz gerçekten 75 milyona layık değil, ki biz çok büyük medeniyetlerin üzerinde oturmuş bir toplumuz. Yani bu toprakların her adımında dünyaya medeniyet ihraç etmiş, büyük medeniyetler gelmiş geçmiş ve bu topraklar üzerinde, bu mirasın üzerinde oturuyoruz. Ama ne yazık ki bu mirasa layık halde değiliz. Ve bunun üretilmesi için tabi ki en başta böyle bir şeye ihtiyaç olup olmadığını bilmektir.
Etkileşim toplumunda etkileşim halinde olan bir fert kendi kültürel dokusunu tam anlamıyla muhafaza etmesi gerçekten çok zordur. Ama imkansız değildir tabi ki. Bu anlamda toplumun gittiği yere de bağlı olarak değişir kişinin kendi kültürünü muhafaza edip edemeyeceği. Ya toplumdan kopup kendi içine kapanacaktır, ya kendi iç dünyasında kültürünü muhafaza etme derdine düşecektir ama bu bireysel bir yaşam olacaktır, toplumsal kültür oluşmadıktan sonra, medeniyetin bir parçası olmadıktan sonra bu da çok büyük bir anlam kazanmayacaktır. Ama bu eksikliği fark eden fertlerin çoğalması ve bu bireylerin bir şeyler üretmek adına bir araya gelmesi, ailelerin bu kaygıyla hareket edip çocuklarını bu anlamda yetiştiriyor olmaları, tabi ki bu kültürel dokunun bozulmasını engelleyici veya yeni kültürler üretme konusunda daha hızlı yol alabileceğimiz konusunda göz kırpar.
Ailelerin veya kişilerin muhafazakar olması demek, dünyadaki yeni gelişmelere kapalı olması demek değildir. Bu arada maalesef ülkemizde kavramların da aslında gerçek anlamlarıyla ifade edilmediği veya gerçek anlamda algılanmadığı için muhafazakarlık dendiğinde, çok ciddi bir tutuculuk, asla değişmeyen bir insan tipi şeklinde yorumlanıyor. Oysa muhafazakârlık bu değildir. Veya geçmişte yaşayan insanlar için muhafazakar deniyor. Oysa ki onlar da kendi dönemlerini yaşıyordu. Yani bu yanlış algılamalar sonucu yanlış anlamlar yüklediğimiz kavramlar yüzünden de kendimizi ifade edemiyoruz. Yani geleneksel kültür yapımızın muhafaza edilmesi ve bu anlamda da o geleneksel kültür yapımızın içindeki güzellikleri bugüne taşıyıp, geleceğe yönlendirilmesi, aslında muhafazakarlık değil tam anlamıyla çağdaşlıktır.
SORU: Sizce “estetik” nedir? Sanat ile estetiği buluşturmak derken ne anlamalıyız?
Estetik, hayatın en güzel tarafıdır. Hayattaki, evrendeki yaratılmışların hepsinin bir estetik anlayışı ile yaratıldığını ve dolayısıyla estetiği bu kadar çok vurgulayan en büyük sanatçının Allah olduğunu söylerim hep. Ve nitekim sanat, insanın gerçekten o tertemiz ruhuna hitap eden, hayatın güzelliklerini bir şekilde onun o yüreğindeki özüne uygun bir şekilde ortaya koyan ve bütün güzellikleriyle bütünleşmiş, tekrarı olmayan, bir benzeri olmayan ürünlerin üretilmesidir. Dolayısıyla estetiksiz bir sanatın olması söz konusu değildir. Sanat deyince zaten akla estetik gelmelidir. Fakat bizim estetik anlayışımızda son yüzyıllarda çok ciddi bir değişiklik olmuştur. Dolayısıyla bizim Osmanlı öncesinden, Selçuklu sonrasından Osmanlı dönemlerindeki şu an bugüne aktarılan eserlerin tamamına baktığımızda çok ciddi bir estetiğin olduğunu görüyoruz. Oysa şimdilerde aynı estetiği göremiyoruz. Özellikle de kentler anlamında, günlük yaşantımızdaki şehirlerin kaldırımlarında, binalarında, okullarında, yaşadığımız evlerde, konutlarda böyle bir estetiğimiz yok. Estetik mutlaka insanın o ruhuna hitap eden bir yumuşaklık, sanki güzel bir koku, hoş bir kokunun gelmesi gibi bir şeydir. Dümdüz bir duvara bakmakla, duvarın üzerindeki çeşitli çiçek motiflerine bakmak arasında, insan ruhunda, insan duygusunda meydana gelebilecek değişiklikleri biliyoruz. Veya sadece siyaha bakmak yerine, rengarenk bir çiçek bahçesine baktığımız zaman, ruhumuzda meydana gelen değişiklikleri biliyoruz. Bu güzelliklerin üretilen ürünlerle yansıtılma biçimi estetik ve o estetiğin belli bir amaç için kullanılması ise bir sanata dönüşmektedir. Maalesef sanatı anlama noktasında da sıkıntı var. Çok daha geniş algılıyoruz. Gerçek anlamının dışında bir algılama söz konusu yani.. Dolayısıyla bu yanlış algılamadan ötürü, çok farklı meslek gruplarına sahip olan insanlara sanatçı diyoruz. Oysa ki sanatçının, gerçekten ortaya çıkarmış olduğu ürünün, eserin tek olması, tekrarının olmaması gerekiyor. Nitekim bunu ben şair tarafımla yazmış olduğum şiirlerde görüyorum. Bir şekilde yazmış olduğum şiirin kaybolması sonucu, tekrar oturup aynı şiiri yazamıyorum. Oysa başka meslek gruplarında sanatçı diye nitelendirilen kişiler (ki sanatçı değillerdir, sadece sanatı yorumlayan kişilerdir, ki genelde müzik ve tiyatro dallarındaki icracılar söz konusu) birbirine benzer işlerle, hayal ürününü kendi estetiğiyle ortaya çıkarmış bir eser söz konusu değilse, bunu çıkaran kişiye de sanatçı denmez.