MEDYA

Oktay Ekşi: Ahmet Kaya için pişman değilim!

Ekrem Dumanlı'yı gözaltına alınmadan önce makamında ziyaret eden CHP İstanbul Milletvekili Oktay Ekşi hem cemaate, hem de başyazarlığındaki 'büyük hataları'na ilişkin ilgin açıklamalar yaptı.

29 Aralık 2014 Saat: 11:09
Oktay Ekşi: Ahmet Kaya için pişman değilim!
Oktay Ekşi: Ahmet Kaya için pişman değilim!

 Zaman gazetesi yazarı Ekrem Dumanlı'yı gözaltına alınmadan önce makamında ziyaret eden CHP İstanbul Milletvekili Oktay Ekşi T24'ten Hazal Özvarış'a bir röportaj verdi. Ekşi hem bu ziyareti hem de geçmişte Ahmet Kaya, Musa Anter ve Özgür Ülke gazetelerine ilişkin yazdıklarını değerlendirdi. İşte röportajdan çarpıcı bölümler:

Oktay Ekşi, malum, laik mahallenin en kalıcı, en simgesel figürlerinden. 19’unda stajyer olarak Anadolu Ajansı’nda başladığı gazeteciliği bıraktığında, 78 yıllık ömrünün yaklaşık yarısını Hürriyet’in başyazarı olarak geçirmişti. 

İstikrarına rağmen, Ekşi, ismi, tartışmalı yazılarla da anılan bir başyazar.

 



“Alçakları tanıyalım” diyerek askerin Şemdin Sakık'a atfederek servis ettiği kurgulanmış ifadeye dayanarak “PKK’dan para alan gazeteci, yazar ve işadamları olduğunu” da yazdı, Meclis’e başörtülü geldiği için Merve Kavakçı’yı intihar bombacısına da benzetti. Lince rağmen Magazin Gazetecileri Derneği gecesi için Ahmet Kaya’yı hedef alarak “Kardeşsen kardeşliğini bil” derken bazı yazarları, köşesinde “liberal geçinen faşist” diye anarak “ulusal değerlere sahip çıkmamak”la suçladı. 

En çok bu çıkışları nedeniyle olsa gerek, Ekşi, kimi zaman askeri ve hükümetleri eleştirse de, “rejimin teminatı” olarak görüldü. Diğer yandan Ekşi, gazeteciliği daha geniş bir paranteze yayarak Basın Konseyi ve Dünya Basın Konseyleri Birliği’nin kurucularından oldu. Ekşi’nin yalnız son üç yılda başkanı olmadığı Basın Konseyi, refleksleri yer yer devletinkilerle paralel bulunsa da, meslek ilkelerinin kabulü ve yaygınlaşması için Türkiye’nin basın tarihinde yer tutan örgütlenmelerden biri oldu. 

Oktay Ekşi, serüvenini sadece gazetecilik çizgisi üzerinde izlediğimiz bir isim değil. Henüz 29 yaşındayken, 1961 Anayasası’nı hazırlamak için oluşturulan Kurucu Meclis’e girmek için “Basın Temsilcisi” oylamasına aday oldu ve Kurucu Meclis’in en genç üç üyesinden biri oldu. 1983’te Erdal İnönü’nün teklifiyle SODEP’in kurucu üyesi oldu. Aynı sene SODEP’ten ayrılan Ekşi, Güneş ve Milliyet gazetelerinde çalıştıktan sonra 2010’da AKP yönetimine yönelik kullandığı “analarını satan zihniyet” ifadesini içeren yazısına kadar Hürriyet gazetesi başyazarlığını sürdürdü. Ekşi, “yazısının sıkıntı yarattığını gördüğünü ve profesyonel bedel ödemek için hazır olduğunu” söylediği Aydın Doğan’ın “Beni rahatlatırsınız” demesi üzerine istifasını verdi ve iki ay sonra CHP’ye katıldı. 2011’e gelindiğinde, Ekşi, bu kez en yaşlı üye sıfatıyla Meclis’e geçici başkanlık yaptı.

Yazılarındaki üslubun aksine yüz yüze ilişkilerde kaşlarını kolay çatmayan bir insan Oktay Ekşi. Kamuoyuna yansıtmasa da cemaatle teması 14 Aralık’tan öncesini dayanan Ekşi’ye Fethullah Gülen ile tanışıklığını, Zaman için yaptıklarını Basın Konseyi Başkanı olarak Özgür Gündem için yapıp yapmadığını ve kendisinin “günah” listesi olarak andığı yazılarını sormak için kapısını çaldık. Zamanını ve sabrını esirgemeyen, ancak uzun mazisi nedeniyle soracak soruların bitmediği Ekşi’nin T24’e verdiği cevaplar şöyle:


Sizi Zaman gazetesine götüren ne oldu?

Beni hayrete düşüren, gitmemin niye bu kadar ilgi çektiği. 1988’de Basın Konseyi’ni kurduğumuzda ilan ettiğimiz temel ilkelerden biri, iletişim özgürlüğüne nerede, nasıl, kim tarafından müdahale edilirse edilsin ona karşı çıkmaktı. Konsey olarak daha önce sahip çıkılmamış gazetecilere her fırsatta sahip çıktık. Galiba meslek dünyamız dahil kamuoyu, bu geçmişi dikkate almıyor. Ben 23 sene bu konseyin başkanlığını yaptım.

Basın Konseyi Başkanı olarak “medya imamı” dediğiniz Ekrem Dumanlı’ya sahip çıkıyor oluşunuz insanları şaşırtmış olabilir mi?

O yazı, Basın Konseyi Başkanı olarak değil, Hürriyet’in başyazarı olarak yazdığım bir yazıydı. O tarihte Ekrem’in köşesinden vaaz veren tavrının böyle tanımlanması gerektiğine hâlâ inanıyorum. (Ekşi, 2009’da haber için Muhsin Yazıcıoğlu’nun helikopterinin düştüğü yere giden CHA muhabiri Lütfi Aykurt’un, dönüş yolunda asker tarafından helikoptere alınmaması olayına tepkiden bahsediyor) Bunu söylememe rağmen bugün Ekrem’in yanına gitmeme şaşıranlar duygularıyla bakıyor. 

Zaman’a gitmeden Kılıçdaroğlu’ndan onay aldınız mı?

Ne alakası var, hiç böyle bir şey olabilir mi?

Dönüşünüzde bu bir sıkıntıya yol açtı mı veya ziyaretiniz parti içinde tartışıldı mı?

Tartışılsın, terazi çok.

Ertesinde Fethullah Gülen ile telefon görüşmeniz oldu mu?
Aklıma bile gelmedi, onun da aklına gelmemiştir.

Dumanlı ve Hidayet Karaca’ya yapılanlar bir kenara konulduğunda, siz cemaatin faaliyetlerini meşru buluyor musunuz?
Meşru olup olmadığı yargının tartacağı bir şey. Gönül ister ki bağımsız bir yargı olsun, ben de kararına inanayım. Ama bağımsız yargı dün de yoktu, bugün de yok.

Oktay Ekşi’nin cemaatin faaliyetlerini nasıl değerlendirdiğini merak ediyoruz.
Yayında, eğitimde iddialılar; devlet kadrolarına girme konusundaki iştahlı faaliyetleri düşündürtecek türden. İsmailağa veya diğer cemaatlerden farklı olduklarını herkes gibi ben de görüyorum. Ama o faaliyetin meşruiyetten çıkıp çıkmadığını elimde veri olmadığı için bilemem.

‘GÜLEN KASETİNİN MONTAJ OLDUĞUNA İNANMIYORUM'
Biz mi rast gelmedik yoksa siz mi Gülen cemaati hakkında köşenizde kalem oynatmadınız?
Yazdım ama bugünkü kadar aktüel hale gelmediği için ihtiyaç olduğu kadar yazmışımdır.

1997’den itibaren yazdıklarınıza baktığımızda bir yazınız dışında Gülen’e veya cemaatine değindiğinizi görmedik, 1999’da Gülen’in ünlü montaj kaseti yayımlandığında dahi.
Temmuz’un ilk cumartesi günü, 1991’den beri kesintisiz olarak sürdürdüğümüz Mesudiye Kurultayı öncesinde, Haziran sonlarında Mesudiye’ye giderim. Oradayken kaset çıkmış, haberim yoktu çünkü gittiğimde ne yazı yazarım, ne gazete alırım.

Döndüğünüzde kıyametin koptuğunu görmeyecek kadar da izole bir konumda değilsiniz.
Her şeyin aktüel bir değeri var. “10 gündür Mesudiye’deydim, başa alıyorum” gibi bir başyazı olmaz. Ama çok sonra duydum ki o esnada yazmadığım için Gülen dünyasında lehime değerlendirmeler olmuş, duyunca hayret ettim. Siz bugün mesela kaset montaj diyorsunuz ama ben buna şahsen kani değilim.

Siz her ne kadar “Döndüğümde aktüel değildi” deseniz de Gülen’in yıllarca birlikte anılacağı ve çok konuşulacak kaset hakkında yazmamış olmanızın sebebi, Faruk Mercan’ın Gülen biyografisinde yer alan, “Ağustos, 1996’da Aysel Ekşi ile icap ettiğiniz Gülen’in akşam yemeği daveti” olabilir mi?
O zamanlar cemaatin eğitim seferberliği, gazetecileri gezdirme, GYV’nin Abant toplantıları gibi faaliyetleri söz konusuydu. Bunlar kapsamında “Fethullah Hocaefendi’nin bir yemeği var, katılır mısınız” denilerek iki kez davet edildim ancak katılmadım. Üçüncüsünde, hem reddetmek kaba olacağı, hem Tufan Türenç’in, “Abi ben de gittim. Sen gazetecisin, onunla da yemek yersin, suçluyla da, devlet başkanıyla da” sözleri aklıma yatınca, hem de eşim gitmekte sakınca görmeyince gittik. Altunizade’de bir binaya, X-rey’den geçirilerek girdikten bir süre sonra Hocaefendi geldi, Aysel elini uzatınca Hoca tereddüt etti. Aysel, “65 yaşında bir kadınım, elimi sıkmamanızı yadırgadım” deyince “Saygısızlıktan değil, yetiştiğimiz terbiye nedeniyle” karşılığı verdi. Sofrada Prof. İlter Turan, Mithat Bereket, Halit Refiğ ve eşleri de vardı. Yemek yedik, sonrasındaki sohbet de off the record’du, sohbet ettik, ayrıldık.

Gazeteciler, sohbetlerin tamamını olmasa da katıldıkları özel yemekleri yazmaz mı? 

Hürriyet’in başyazarı “Hocaefendi ile yemek yedim” diye kamuoyunun karşısına mı çıkar? Olur mu öyle şey! Beş gün önce Hidayet Karaca’ya gittim, kimsenin haberi oldu mu?

Yazsanız ne olurdu?
O, Hürriyet başyazarının karşısındakine fazla paye vermesi olur. Siz olsaydınız yazar mıydınız?

Yazar olarak o yemeğe gidildiyse görüşmenin kayda geçmesi gerektiğini düşünüyorum.
Tufan da, başkaları da yazmadı.

Gülen cemaati kadar etkili bir aktör hakkında kalem oynatmamak da “fazla paye vermemek” için miydi?
Bu tartışma 2012’de başladı biliyorsunuz, ben 2010’da ayrıldım.

Bu ittifakı, başta Zaman olmak üzere pek çok mecra dillendiriyordu.
O zamanki görüntü nedeniyle “Fethullah Hocaefendi’nin şu kadar ülkede okulu var, oh oh ne kadar iyi”, “Şöyle Türkçe öğretiyorlar, oh oh” diyen biri olmam gerekiyordu ki yazayım. 

Aksi bir tutum da söz konusu olamaz mıydı? Örneğin, sizce cemaat “cumhuriyetin temel değeri” dediğiniz laikliğe karşı mı?
Bu grubun laik cemiyete sempatiyle yaklaşacağını düşünmüyorum ama buna dair elimde bir şey yok. Şu dakikaya kadar o konudaki boyutlarını ortaya çıkardıklarına kani değilim.

1997’de Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın idamlarını anarken şu cümleyi kuruyorsunuz: “Nurcular başta olmak üzere ‘laik cumhuriyet’e karşı eğilim sahipleri, özellikle Adnan Menderes'i yere göğe koyamadılar.” 

10 bin yazı yazdım, bunu hatırlayamadım ama ben her zaman anti-laik faaliyetlerin tehlike teşkil ettiğini yazdım.

Sizce Gülen cemaati cumhuriyete bir tehdit mi?

Suçlamalara, iddianameye göre bana bir yer mi belirleyeceğiz? Ben gazeteci Ekrem Dumanlı’nın katılmadığım görüşlerini özgürce ifade edebilmesi için oraya gittim. Dumanlı’nın başka bir etkinliği var mı veya Hoca’yla bağı ona bir şeyler yaptırmış olabilir mi bilemem ama olduğunu da zannetmiyorum. Ben herkesin düşüncelerini serbestçe ifade etme hakkının yanındayım.

'ÖZGÜR GÜNDEM'E GİTSEYMİŞİM DEMİYORUM'

Özgür Gündem (o tarihteki adı Özgür Ülke) bombalandığında gazetenin ofisine gitmiş miydiniz?
Özgür Gündem o tarihte açık bir PKK propagandacısı bir yayın idi. Gidip de “Geçmiş olsun arkadaşlar” dediğimi hatırlamıyorum. Ama Basın Konseyi olarak ve yazar olarak çok ciddi tepki gösterdiğimi hatırlıyorum. 

Bugünkü Özgür Gündem sizce “PKK propagandası” yapmıyor mu?
Bir yayın organı… Bilmiyorum, çünkü takip etmiyorum.

Bakış açınızdan yola çıkarak söyleyeceğiz; KCK Yürütme Konseyi Üyesi Mustafa Karasu bugün gazetenin yazarları arasında. O zaman ile bugün arasındaki fark ne?
O zaman TSK ile PKK arasında çok ciddi bir çatışma vardı. Bugün Türkiye ayrı bir konjonktürü yaşıyor; devlet onlarla müzakere yapıyor.

Devlet müzakere yapabildiği için mi fikriniz değişti?
Konjonktür değişti.

Prensibiniz, devletin bir adım arkasında mı konumlandı?
Belki müstakil değerlendirme size böyle düşündürüyor olabilir.

Bugün baktığınızda “Keşke Zaman’a gittiğim gibi Özgür Gündem’e de gitseydim” diyor musunuz?
Hayır. Genci, çocuğu, kadını öldüren bir terör örgütü var, onun uzantıları var, onun sözcüsü olduğunu iddia eden ve bu yüzden bombalanan bir yer var. Bu noktada gazeteci Oktay Ekşi ne yapabilir? İfade özgürlüğüne şiddet kullanarak engel olunduysa buna tepki gösterebilir. Bunu da yapmışım. Gidip sarılıp birlikte gözyaşı dökme beklentisi var idiyse o fazla olurdu.

‘MUSA ANTER KÜRT IRKÇISIYDI, YAZMASA MIYDIM?'

Bir savunmasında kabul ettiği günlüklerinde yazdığına göre, komutana “28 Şubat benzeri durum, diyorsunuz ama bu kez atılacak adım sonuç alıcı olmalı. Süreye yayılınca görünen ortada” diyebilen Mustafa Balbay ve Tuncay Özkan için Silivri Cezaevi’ne gittiniz.
Balbay’ın anılarını siz okumuşsunuz. Mustafa’nın komutanlarla yakın ilişkide olduğu bilinmeyen bir şey değil ki. Uğur Mumcu da öyleydi. Beni ilgilendiren Balbay’ın ifade özgürlüğünün kısıtlanmış olması. Ahmet Şık, Nedim Şener, Barış Pehlivan, Barış Terkoğlu ve Soner Yalçın’ı da ziyaret ettim. Masum olduğuna inandığım kişilere insani destek vermek düşüncesiyle paşalara da gittim. Madem incelediniz, değerlendirmenizin objektif olabilmesi için ekleyeyim. Ape denilen Musa Anter’in öldürülmeden önceki son yazısı benim “ne kadar alçak olduğum”la ilgiliydi. Ama onun öldürülmesine sanıyorum en fazla tepki veren gazeteci ben oldum.

Tepki koydunuz ancak tepki koyarken, 21 Eylül 1992 tarihli yazınızda şunu söylemeyi ihmal etmediniz: “Her satırında kin dolu bir Kürt ırkçılığı gördüğüm…”
Doğrudur, öyleydi rahmetli. Yazmasa mıydım? Kendi dünyasında çok saygı görürdü ama acımasız bir dili vardı.

Böyle bir ülkede Anter’e “Kürt ırkçısı” demek cinayeti meşrulaştırma zemini yaratmıyor mu? 

Zannetmiyorum, o sizin değerlendirmeniz. O düşüncelerini ifade ederken ne kadar özgür hissediyorsa ben de o hakkı kullanarak yazmışım.

'FAŞİST OKTAY DEDİLER AMA...'
Ne kadar eşittiniz; sizin tabirinizle, öldürülen “cumhuriyet değerlerine sahip” gazetecilerle öldürülen Kürt gazeteciler arasında, başta sayıca, ciddi bir fark yok mu? 
Hasan Fehmi Bey’den başlayarak, 1909’dan itibaren öldürülen gazeteciler 100’ü bulur. Onların içinde 1992’de, gazetelere yansıdığı kadarıyla 12 gazeteci öldürüldü. Hiç kimse onlarla meşgul olmazken Turgut Kazan, ben ve Fikret İlkiz, Basın Konseyi olarak Güneydoğu’ya gittik; gazetecilerle, mağdurlarla görüştük. 12 gazeteciden 9’unun JİTEM türü yapılanmalarca öldürüldüğü kanaatine vardık. 3’ü hakkında netleşemediğimizi belirttik. Raporun objektif olması için Bölge Valisi Ünal Erkan’ın da düşüncesini alınca “faşist Oktay” olduk. Halbuki ben Uluslararası Basın Enstitüsü’ne (IPI), New York’a yani Gazetecileri Koruma Komitesi’ne (CPJ) telefon ettim. Buraya inceleme için geldiler. Hem IPI, hem CPJ tepkilerini koydular ve öldürmeler bitti. Bunu kimse görmedi.

Fotoğrafı eksik vermemek adına Kürt gazetecilerin öldürülmesi hakkında “Ama onlar militan” diyebilen Demirel’i köşenizde eleştirdiğinizi de ekleyelim. Ve Ferda Çetin’in Nuçe TV Yayın Koordinatörü’yken Tuğçe Tatari’ye söylediklerini aktaralım:

“Bombalama olayından çok kısa bir süre sonra Çiller’in İçişleri Bakanlığı’na, jandarmaya ve istihbarata yazdığı ‘gizli belge’ elimize geçti. Belgede ‘Özgür Ülke gazetesinin bölücü yayınları hukuki yollarla etkisiz kılınması uzun zaman alıyor, hızlı bir şekilde bertaraf edilmesi’ isteniyor. O belge elimize geçince Oktay Ekşi’ye gönderdim. O günlerde Basın Konseyi Başkanı’ydı. Baktım hiç ses çıkmıyor, başladım aramaya. En sonunda telefonuma çıktı. ‘Belgeyi gördünüz mü?’ diye sordum ‘Evet kardeşim ne varmış o belgede’ dedi. ‘O belgeden çok kısa bir süre sonra gazetemiz bombalandı biliyorsunuz’ deyince ‘Ben okudum, o belgede bombalayın yazmıyor’ diye cevap verdi. Belge 27 Kasım tarihli, bizim gazete 3 Aralık’ta bombalandı.”
 

Benim için tamamen yeni şeylerden bahsediyorsunuz. Bu arkadaş bunu galiba sallamış.

Siz hatırlamıyor olabilir misiniz?
Kaç sene geçmiş, mümkün ama bu arkadaş rüyasını paylaşmış gibi geliyor. “O belgede bombalayın yazmıyor” demek yapıma aykırı. Muhtemelen Basın Konseyi olarak da ertesinde bildiri yayımlamışızdır.

Hakkınızdaki bu alıntı da Umur Talu’nun Ekim, 2012 tarihli bir yazısından:
“Şimdi Ekşi’nin (bu kez haklı olarak) iktidara vurduğu hususlar, yine Ekşi tarafından ‘hapisteki gazeteci sıfatlı kişiler’ vurgusuyla söylendi: Nisan 98’de (CPJ, hapiste 29 gazeteciyle Türkiye’yi birinci gösterince): ‘Gerçekleri yansıtmıyor. Türkiye dünyada en fazla gazeteci hapseden ülke değil. Gazetecilik işlevi nedeniyle 11 kişi hapiste. Sadece Beşikçi fikirleri yüzünden. Diğer 10’u ceza hak ediyor ama hapis değil. 18’ininki ise gazetecilikle ilgisiz.’ Ekşi’nin CPJ muhalefeti, 1998, 1999, 2000 raporlarını sansürle, şöyle sözlerle sürdü: ’31 kişiden sadece biri hapiste gazeteci sayılabilir. Gerisi yasadışı örgüte üyelik, yardım, yataklık iddia ya da hükümleri.’” Talu’nun belirttiği gibi, “Onlar gazeteciler değil, terörist” diyen Erdoğan’ın söylemini görünce “Geçmişte öyle yapmamalıydık” diyor musunuz? 

Hayır, demiyorum. Bakın, 1997’de Hasan Cemal beni aradı, “CPJ’den bir heyet gelecek, Türkiye’deki hapisteki gazetecilere sahip çıkmak istiyorlar” dedi. Onlar yetkililerle görüşmek üzere geldiklerinde, ellerindeki 78 sayısının doğru olmadığını düşündüğümü kendilerine söyledim. Bu konu üzerinde Türkiye’deki meslek kuruluşları değil de CPJ’in rapor hazırlamasından rahatsızlık duydum. Nitekim sonraki yıllarda tek tek olayları inceleyerek kendim rapor hazırladım. CPJ heyetiyle Ankara’da adalet bakanını, başbakanı ve cumhurbaşkanını ziyaret ettik. Mesut Yılmaz bizi ciddiyetle dinledi, sonra sözünü tuttu. Sorumlu yazı işleri müdür sıfatı taşıyanların affını sağlayacak yasa çıktı.

Rapor çalışmalarım 2006’ya kadar devam etti. Adalet Bakanı’ndan içeride bulunan, kimliği gazeteci görünen kim varsa dosyalarını yollamasını istedim. İçeridekilerin yakınlarına ve avukatlarına da, dosyaya dair bildiklerini paylaşmaları için çağrı yaptım. Ve dosyaları üç kategoriye ayırdım: 1- Olay açıkça gazetecilikle ilgili değil, 2- Gri alan: Gazetecilikle ilgili görünüyor, iddia suçlayıcı; örneğin muhabirin çekmecesinde belge çıkıyor. Bu bana göre normal, polise göre suç, 3- Gazeteci.

Raporu açıklarken de 1- Bu ilgi alanımızda değil, 2- Bunda resim net değil, 3- Gazeteci olarak ayırdık. Umur’un dediği doğrudur, CPJ’inkilerden düşük çıktı bizim sayılar. Benim dikkatimi çeken şu oldu: Bir gerçek ortaya çıksın diye iki ayımı verirken medya, buna Hürriyet de dahil, hiç bir gazete veya TV ilgi göstermedi. İlgisizliğin yanı sıra bakanlığın verdiği son belgeler de eksik çıkınca 2006’da bunu yapmayı bıraktım. 

Örneğin, molotof atmayıp da gri alanda bıraktığınız gazeteciler neyle suçlanıyorlardı? Yayın içeriği de bu suçlamalara dahilse Oktay Ekşi olarak karşı çıktığınız fikirlerin sahiplerini de gri alanda bırakmış olabilir misiniz?

Alakası yok! Ape’yi anlattım. Açık bir örnek… İnsanların görüşlerine katılmayabilirim ama görüşlerini açıklama hakkını savunurum.

‘Ahmet Kaya o yazıyı hak etti, pişman değilim’
Ahmet Kaya’nın sahnede söyledikleri yüzünden linç edildiği gün konuşma hakkını savunmadınız.
Ben Ahmet Kaya’nın konuşmasının içeriğini eleştirdim, konuşma hakkını değil.

İçeriğini eleştirirken söyledikleriniz şu oldu: “İnsanlar eğlenmeye gelmişken bu söylenir mi”, “Amacı tahrik etmek”…
O yazı benim “büyük günahlarım”dan biridir.

Günah olarak görüyor musunuz yazınızı?
Hayır, hiç. Ahmet Kaya sonradan kahramanlaştırıldı. Kaya’nın o gün verdiği resim benim yazdıklarımı hak eden bir resim idi. Bundan dolayı da hiçbir üzüntüm veya pişmanlığım yok.

Musa Anter’e “Kürt ırkçısı” diyen siz, Ahmet Kaya için “insan olarak hiçbir ‘artı'sı olmadığı fizyonomisinden akan bir tip”, “yaratık”, “türkücü olmasaydı bar fedaisi olurdu” deyince neden “Türk ırkçısı” olmuyorsunuz?
O yazı çok eleştirilince dönüp baktım. Ahmet Kaya’nın adı bile geçmiyor o yazıda.

Yazınızı böyle mi savunuyorsunuz?
Hayır, şunu söylüyorum: O yazıyı herkes Ahmet Kaya’ya yamadı. Ben de “değildir” demiyorum.

Ve?
Dediklerimde kararlı ve ısrarlıyım, Ahmet Kaya o yazıyı hak etmişti. O konjonktürde yapılanlara itiraz etmeyenler birileri Ahmet Kaya’yı kahramanlaştırınca, o yazı Ekşi’yi lanetlemenin aracı haline geldi. O zaman neredeydiler?

Kimseyi savunur bir konumda değilim, size sorum şu: Musa Anter’e “Kürt ırkçısı” diyen siz, Ahmet Kaya için bu sözleri sarf ederken neden ırkçı sayılmıyorsunuz?

Tavrı oydu… Çok zaman oldu; şu anda neyi, neden söylediğim bağlamını hatırlamıyorum.

“Tavrı” dediğiniz nedir? Kürtçe klibi yayınlayacak bir televizyon kanalı aradığını söylemesi mi? Size burada problemli gelen ne?
Kürtçe klibi eleştirdiğimi söylüyorsanız yanılıyorsunuz, ben o yazıda tavrı eleştirmişim.

‘NEREDE LİNÇ EDİLMİŞ AHMET KAYA'

Kaya’yı “medeni” olmamakla, “aklının erip ermediği belli olmamak”la itham ediyorsunuz. Eleştirinin ötesine geçip aşağılamaya evrilebilecek tehlikeli kelimeleri Hürriyet’in başyazarı olarak kullanıyorsunuz. 
Size göre öyleymiş. Yazı yazma stilimi mi eleştiriyorsunuz?

Ahmet Kaya’nın bu düşüncelerini Magazin Gazetecileri Derneği’nin düzenlediği bir gecede söylemesi sizce neden sorun? 

O zaman yanlış bulmuşum. O bir şey söylemiş, ben de yanlış demişim. Bugün de söylediklerimi doğru buluyorum.

O yazıda “İkincisi ‘hoş vakit geçirmek’ için geldiklerini bile bile bu sözleri söylemenin oradaki insanları tahrik edip olay çıkarmaktan başka bir amacı olabilir mi” diyorsunuz. Ahmet Kaya’nın kendisini linç ettirdiğini mi savunuyorsunuz?

Hayır, öyle bir iddiam yok. Makaleyi beğenmeyebilirsiniz, haksızlık olarak da görebilirsiniz buna saygım var ama “Bunu niye böyle dedin de böyle demedin” dediğinizde anlamakta zorlanıyorum. “Bunun daha iyisi olmaz mı?”, olabilir. “Beethoven daha iyi besteleyemez miydi?”, besteleyebilirdi. Ne yapalım, gerçek bu! 

Şu an bir gazeteciyle konuşuyorum ve Akit’in yayın koordinatörüne Ermeniler için kullandığı ifadeleri sorduğum gibi şimdi de size, sizin kullandığınız ifadeleri soruyorum. Özellikle Ahmet Kaya linç edilirken “Bu yaratık kardeş ise kardeşliğini bilmekle yükümlüdür” diyebildiğiniz için. 

Nerede linç edilmiş Ahmet Kaya? Maalesef Paris’te vefat etti.

Magazin Gazetecileri Derneği’nde sözleri ardından marş okunması, üstüne çatalların fırlatılması sizce…

Orada olaylar yaşanmış, bitmiş. Ben yazdım diye o olaylar olmadı. Aksi olmuş gibi soruyorsunuz. Ben yaşananı önemli bir olay olarak görmüşüm ve sütunuma almışım. Olan bu. Şimdi gelip “O cümleyi neden öyle kurdunuz?…”

Siz “Yaratık kardeşliğini bilmekle yükümlü” diyerek Ahmet Kaya’yı karşınıza alıp kendinizi onu yargılama pozisyonuna koyuyorsunuz, ötesine geçerek henüz dava sonuçlanmamışken Kaya’nın “PKK’ya para toplamak için konser verdiği” hükmünü veriyorsunuz. 
Eldeki bilgi oymuş.

Açabilir misiniz?

Bilgi yazı işlerine geldiği zaman o habere olgunlaşmış gözüyle bakarsınız. Muhabir elinden geleni yapmıştır, istihbarat şefi habere bakmıştır ve redaktör gözden geçirmiştir. Gazetenin başyazarı bir habere dair özel olarak yazı işleri müdürüne şunu söyleyebilir: “Bunu gözüm tutmadı, üzerinde durulsa.” Ama o haberin sağlığını tartışmaz, tartışırsa tüm o mekanizmaya saygısızlık olur. Hayatım boyunca bunu yapmadım, hiçbir haberime de böyle muamele yapılmasına razı olmadım. Ahmet Kaya hakkında da yazı işlerine gelmiş bilgiye dayanarak yazıyorum. 

Yargı sonuçlanmadan, önünüze gelen bilginin mutlak olduğunu mu düşünürsünüz?

O bilgi mutlak değildir ama ona dayanmaya mecburum, gazeteci erişebildiği gerçeklerle kayıtlıdır.

Yazar, elinde olmayan bilgileri de düşünerek olaya temkinle yaklaşmaz mı?

Bu herhalde gazetecilik dünyamıza yeni gelmiş bir uygulama. Sizin kuşak bunu getirdiyse mutluluk duyarım. Ama gazeteci nihai gerçeği ortaya çıkaran değildir, daha sonra çıkan bilgiler nedeniyle o tarihte yazdıkları gerçeğe uygun çıkmayınca gazeteciyi mahkûm edemezsin.

Ahmet Kaya’dan bağımsız olarak soracağız; köşenizde mesafe koymadan itham ettiğiniz bir kişi hakkında yanıldığınızı söylemek gazetecinin borcu değil mi?
Size şunu anlatayım. Mayıs, 1983’te Hürriyet başyazarlığından ayrılarak SODEP’in kurucuları arasına girdim. Washington muhabirimizin haberine dayanarak Büyükelçi Şükrü Elekdağ hakkında ağır eleştiriler içeren yazım hakkında bir süre sonra bir mektup geldi. Elekdağ, mektupta “Ben böyle bir şey yapmadım” diyordu. Dediklerine hak verdim ama artık sütunum yoktu. Başka bir gün, Alman bir vakfının organize ettiği bir sempozyuma katılmak için gittiğim Almanya’da, tanınmış hukuk hocası Hüseyin Hatemi, “Bana çok büyük bir haksızlık yaptınız” dedi; “Beni terörist ilan ettiniz. Doğrusu neden söz ettiğini anlamadım. Dönünce verdiği tarihe baktım. Humeyni tarafından Türkiye’ye ‘adam öldürsün’ diye gönderilenlerden birinin ismi de meğer Hüseyin Hatemi’ymiş. Onu yazmışım ama bu yazı Hatemi Hoca’nın başına iş açmış. Fırsat bulunca bunların ikisini denk getirerek “Bu işi yapıyoruz ama tüm iyi niyete rağmen hata yapabiliyoruz” dedim, bu iki örneği verdim ve özür diledim.


‘Devlet talep etmek Kürtlerin hakkı’

Bahsettiğimiz algıya karşı resmi söylem ile hangi noktalarda ayrıldığınızı söyler misiniz?

1920’lerden 2003’e kadarki dönem ile AKP dönemi söylemi 180 derece farklı, hangisinden bahsediyorsunuz.

Ağırlıklı olarak ilk dönemi kast etsek de, 1915’e, yeri geldiğinde Kürtlere bakış gibi AKP’yi de zaman zaman kapsayan söylemden bahsediyoruz. 

Her devlet gibi Türkiye’nin de kendi koruma içgüdüsünden kaynaklanan refleksleri vardır. Bunlar söz konusu olduğunda dün, bugün, muhtemelen yarın da aynı tür tepkilerle karşılaşacaksınız. Somut örnek vereyim; 1915 Nisanı’nda yaşanan olay, yani Ermeni aydınlarını bir gece evinden toplayıp götürerek infaz etmek bir devlet için son derece ayıp bir olaydır. Bunu savunan birisi değilim, yapanları sonuna kadar lanetleyelim. Ama olaylar bundan ibaret değil, 1894’ten itibaren devletine karşı çıkmış silahlı isyanlar da var. Benim şahsi kanaatim bunun bir mukatele yani karşılıklı öldürme olduğu.

Turgut Özal’a, başbakanken çıktığımız Göcek Körfezi gezisinde “Katılır mısınız” diyerek “Bu olay Osmanlı döneminin olayı, neden biz savunmak mecburiyetinde kalıyoruz ve soykırım mı, değil mi kavgası veriyoruz” diye sordum. “Haklısınız” deyince “Ben bunu size atfen yazabilirim” diye sordum, olumlu yanıt alınca da yazdım. İki gün geçmedi, Kenan Evren Özal’ı Köşk’e çağırdı ve Özal çıkışta benim yazdığım sözlerini kastederek “Bu da nereden çıktı, biz hükümet olarak böyle bir kanaate sahip değiliz. Biz ‘soykırım yok’ diyoruz” dedi.

Öteki meselelerde de kimseyle uyuşmak gibi bir derdim yok. Ama devletin önemini bilirim. Ne güzeldir Kanuni Sultan Süleyman’ın şu dizeleri “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi / Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.” Devletin olmadığı yerde milletin neye döndüğünü Irak’ta görüyorsunuz. 

O zaman “Kürtlerin de devleti olmalı” diyor musunuz?

Bunu talep etmek hakları. Bunun yeri var, yeri yok. Dünyada 5 bin lisan konuşuluyor, hepsinin devlet olma şansı veya imkanı yok. Yine de bunu isteyenlere bunu meşruiyet çizgisi içinde yapmaları şartıyla saygı duyarım. Onu gerçekleştirme çabaları meşruiyet dışında bir çizgiye kayarsa “Kusura bakma” diyenlerden biri olurum.

YORUMLAR Üye Girişi

Bu Habere Yorum Yapılmadı. İlk Yorumu Siz Yapmak İster misiniz? 
Lütfen Resimdeki kodu yazınız
 

Bidünya Haber | Dünya ve Türkiye Gündemine uzak kalmayın. Tavsiye Formu

Bu Haberi Arkadaşınıza Önerin
İsminiz
Email Adresiniz
Arkadaşınızın İsmi
Arkadaşınızın E-Mail Adresi
Varsa Mesajınız
Güvenlik KoduLütfen Resimdeki kodu yazınız
Yukarı ↑