Gündemi belirleyen köşe yazarları 3 Şubat 2014 günü köşelerine neler yazdı?
Gündemi belirleyen köşe yazarları 3 Şubat 2014 günü köşelerine neler yazdı?
AK Parti Genel Başkan Yardımcısı M. Ali Şahin, Fethullah Gülen'e yönelik olarak daha önce yaptığı çağrıyı yeniledi:
-Kardeşiniz öldü cenazesine gelemediniz. Gelin artık Türkiye'ye. Yoksa orada sizi istemediğiniz şekilde bağlantılar içine mi soktular, bırakmıyorlar mı?
İçine girdiği bağlantılar, bırakıp bırakılmaması ayrı bir tartışma konusu. Ama hiçbir bağlantısı olmasa da F. Gülen, artık Türkiye'ye gelmez, gelemez.
Bitti o iş!
“Paralel devlet” iddialarıyla birlikte son günlerde ortaya dökülen bilgi ve belgelerden sonra nasıl gelecek?
Şimdi denilebilir ki:
-Uzlaşılır, anlaşılır, mesele kapanır gider.
Yok öyle şey. Diyelim ki uzlaşıldı. Bun neyi değiştirir?
Başbakan bir suç duyurusunda bulundu mu? Bulundu. Bazı sivil toplum örgütleri aynı şeyi yaptı mı? Yaptı. Yine bazı vatandaşlar “Burada suç var” diye savcıları göreve çağırdı mı? Çağırdı.
Şimdi hiçbir savcı “Ben bu suç duyurularını işleme koymuyorum” diyemez. Nitekim demediler de. “Paralel yapıyla” ilgili soruşturmalar başladı. Öyle görünüyor ki, sırada başkaları da var.
Sonuçta ne çıkar bilemem. Ama bildiğim bir şey var: Fethullah Gülen yapı itibarıyla böyle bir riske giremez. Bu aşamada kendisi için güvenli bulduğu Pensilvanya'dan hiçbir yere kıpırdamaz.
Üstelik soruşturmalar yeni başladı. Devletin en tepe yöneticilerinin “Daha neler var neler” dedikleri bir yapıyla ilgili yarın öbür gün neler çıkacağı da belli değil!
***
Şimdi kimse gücenip darılmasın, kusura bakmasın, ama… Suçlamalar öyle yenilir yutulur gibi değil.
Şaka yapılmıyor, devlet içindeki illegal bir yapılanmadan bahsediliyor. Ortada seçilmiş hükümete darbe iddiaları var. Devlet içinde bulunduğu iddia edilen “paralel yapı” ajanlıkla suçlanıyor. Vesaire, vesaire…
Bunların da Türk Ceza Kanunu'ndaki karşılığı belli: Bizim Ceza Kanunumuz, bu suçlar kanıtlandığı takdirde en ağır cezanın verilmesini öngörüyor.
Yakın geçmişte yaşadıklarımız, henüz hafızalardan silinmedi…
Bu tür suçları sadece ve sadece “planladıkları” iddia edenlerin aldıkları cezalar ortada. “Paralel yapıda” ise, plandan çok daha ileri “teşebbüs” iddiaları var. Sözün kısası, karşı karşıya kaldığımız durum, küçümsenecek, hafife alınacak gibi değil.
Kanıtlandığı takdirde, nerelere uzar, nerelere! Hoca böyle bir ortamda nasıl gelir Türkiye'ye?
***
Sık sık deniliyor ki:
Sen misin 'MİT Müsteşarı Hakan Fidan da Tahran'daydı.
Neler yaptı acaba? Aldı beni bir merak' diyen.
İran dönüşü Başbakan'ın uçağına binince MİT Müsteşarı ile yüz yüze kaldık.
Tabii hemen, 'Bizi atlatmışsınız' diye takıldık.
'Yok canım' dedi. 'Ben karayolu ile gelmiştim' sonra da gevrek gevrek gülmeye başladı.
Uçakta bir ara Hakan Fidan'ın başı kalabalıktı.
Selam verme bahanesiyle, bir 'pike' yaptık ama MİT Müsteşarı teyakkuz halindeydi.
Selam faslı dışında basından uzak durmayı başardı.
İran dönüşünde Başbakan Erdoğan'la kapsamlı bir soru-cevap yaptık.
Başbakan'ın açıklamalarındaki flaş unsurlarından biri, 'Cumhurbaşkanını da dinlemişler' sözüydü.
Zaten manşetlere çıkan cümle de o oldu.
Haber kadar kimi zaman haberin hikayesinin de önemli olduğunu düşünüyorum.
O nedenle, Başbakan, 'Cumhurbaşkanı'nı da dinlemişler' deyince, önce yanlış mı anladık acaba diye birbirimizin yüzüne baktık.
Sonra dayanamayıp, 'Efendim Cumhurbaşkanı'nı da dinlemişler mi dediniz?' diye tekrar sorma gereği duyduk.
Başbakan, başıyla onayladıktan sonra, 'Daha neler' anlamında elini salladı.
Başbakan'ı bu açıklamayı yapmaya iten neden, böcekle ilgili sorumuz olmuştu.
Başbakan'ın ofisine konulan ve Cuma günü savcılığa intikal ettirilen, 'Yerli Watergate' olayından söz ediyorum.
Böcek iddialarını yazdığımız günlerde birileri, 'Hadi savcılığa intikal ettirin bakalım' diye meydan okuyorlardı.
Aynı coğrafyada yaşayan, aynı kültürü almış insanlar, nasıl oluyor da birbirlerinden çok farklı dünya görüşleri içinde olaylara da, birbirlerine de çok farklı açılardan bakıyorlar...
İki yıl önce yitirdiğimiz yazar Güngör Dilmen'in "Hasan Sabbah" oyununu okumuş olanınız var mı acaba?
Dilmen bu yapıtında aynı medresede sınıf arkadaşı oldukları iddia edilen Hasan Sabbah, Nizamülmülk ve Ömer Hayyam'ı aynı tekneye bindirir ve tartıştırır.
11'inci yüzyıl Ortadoğu'sunun bu üç önemli ve dünya görüşleri birbirlerine çok zıt olan isminin sınıf arkadaşı oldukları iddiasını, Hayyam'ın "Rubaiyat"ını 1859'da İngilizceye çeviren Edward Fitzgerald ortaya atmıştır.
Rubaiyat çevirisinin önsözündeki bu hikâyeye göre sınıf arkadaşları olan Hasan Sabbah, Nizamülmülk ve Ömer Hayyam aralarında bir anlaşma yaparlar ve hangisi güçlü olursa diğerlerini gözeteceğine ilişkin olarak karşılıklı ant içerler.
Şehir efsanesi mi?
Nizamülmülk Selçuklu İmparatorluğu'nun veziri olunca, bu iki arkadaşına valilik teklif eder. Hayyam "Ben valilik falan istemem, bana maaş bağla ve serazat bir hayat sürebileyim" der. Hasan Sabbah ise valilik değil sarayda bir görev ister.
Sonunda birbirlerine rakip ve düşman olurlar Nizamülmülk ile Hasan Sabbah.
Ömer Hayyam'ın Rubaiyat'ını İngilizceye çeviren Fitzgerald'ın yazdığı bu hikâye, bazı bölümleri gerçeği yansıtsa da bir şehir efsanesi olmaktan öteye anlam taşımıyor.
Aşağıdaki ekonomik gerçekleri bazı yazılarım içinde yazmama hatta aynı cümleleri kullanmama rağmen son günlerde “Türkiye’nin nereden nereye geldiğini unutup-unutturarak” özellikle “ekonomik detayları” gölgelemeye çalışanlar yüzünden geniş bir şekilde konuyu bir daha ele almak istedim...
Sevgili dostlar, bu gerçeklerin altını ısrarla çizerken amacım “ben biliyorum, doğrusu budur” demek değil tam tersi Türkiye’de yaşayan her bireye; “ülkenize bir de buradan bakın” demek...
Peki 1875’ten bugüne bu topraklar “her ayağa kalkışında” neler oldu ve bu ülkenin insanları tahrikler ile nelere dahil edildi, hangi oyunlar nasıl oynandı?
Ben bildiğim gibi anlatayım, sizler de lütfen tarafsız ve önyargısız sonuna kadar okuyun...
Ekim 1875: Sadrazam Mahmud Nedim Paşa, Osmanlı’nın kurtuluş yolunda en önemli adımı olan ‘faizde tenzilat’ kararını açıkladı. Yabancıların tuzağına düşmüş Osmanlı Devleti faiz borçlarının beş yıl süreyle ancak yarısını ödeyeceğini ve ödeyemediği kısım için yüzde 5 faizli tahviller vereceğini açıkladı. O yıl bütçe toplamı 25 milyon, iç ve dış faiz ödemesi 30 milyon liraydı...
Mart 1876: Osmanlı Devleti, borç ödemelerinin tamamını durdurduğunu açıkladı. “Ödemekle bitmeyen faiz-borç sarmalında” alınmış en doğru karardı... Yok edilme süreci Osmanlı sanayi yapısını tamamen çökerten 1838 Baltalimanı Anlaşması ile başlamıştı. 1838 yılında Reşid Paşa, ilk olarak Lord Stratford ve Avrupa’nın diğer devletleriyle serbest ticaret anlaşmasını imzalamış, Osmanlı, devletçi ekonomiyi rafa kaldırarak gümrük vergilerini İngiltere ile saptamayı kabul etmişti. Bu adım ile Osmanlı, ucuz mallar cenneti haline gelirken, üretmediğini tüketen bir toplum haline de gelmiş ve en verimli alanlar yabancı sermayenin eline geçmişti. 1814 yılında bir sterlin 23 kuruş iken, 1839’da 104 kuruş oldu. Avrupa devletleri, Osmanlı’ya “Hemen dış borçlanmaya gitmelisiniz” diyerek baskı yapmaya başladı. Bu arada dünya “petrol servetlerinin” hazırlığını yapmış ve Osmanlı süratle borçlandırılırken, petrol yatakları yabancılar tarafından paylaşılmaya başlanmıştı.
Ekim 1994'te Kanada'nın tatil yörelerinden Morin Heights'teki orman itfaiyesi bir yangın ihbarı aldı.
Olay yerine gittiklerinde bir villanın kül olduğunu gördüler.
Polis içerde "Order Of The Solar Temple" adındaki dini cemaatin lideri Joseph Di Mambro ve dört kişinin cesedini buldu. Yangından önce bıçaklanarak öldürülmüşlerdi.
Ertesi gün öğle sularında İsviçre'de Freiburg kantonundaki Solar Temple merkez binasında yangın çıktı. İçerde aralarında küçük çocukların da bulunduğu 23 ceset bulundu. Bazılarının silahla vurulduğu, bazılarının başlarında siyah plastik poşetlerle boğuldukları anlaşıldı. İki saat sonra başka evlerde çıkan yangınlarla ölü sayısı 70'i geçti.
İlginçtir, medya bütün şüpheli delillere rağmen bu ölümleri "inanç intiharları" olarak yansıttı.
Polisin ulaştığı kimi bilgiler birkaç gün önce Di Mambro'nun bir "Son akşam yemeği" düzenlediğini ve bağlılarına "deccalı engelleme görevinin kendilerinden alındığı"nı anlattığını gösteriyordu.
***
Hatırlıyorum...
1995'te Yeni Yüzyıl gazetesinin Pazar eki için bu olayı derleyip toparlamaya çalışmıştım.
Okurun ilgisini çekecek gizemli bir hikâye diye düşünüyordum. Fakat yazı işlerindekiler "Tapınak Şövalyeleri'ne özenen delibozuk ve küçük bir inanç grubunu büyütmenin âlemi yok!" deyince vazgeçmiştim.
İşin büyüklüğünü sonra anladık tabii.
2001 yılında Lüksemburg'da patlayan bir para aklama skandalının geçmişe dair izleri son derecede sofu nitelikteki masonik grubun nasıl istihbarat örgütleri tarafından kullanıldığını ortaya çıkarmıştı.
Suriye Kasabı, eli kanlı diktatör Esad'ın zindanlarında çekilen işkenceyle öldürme olaylarının onbinlerce fotoğrafı ortaya çıkınca, katil Esad'ın yanında yer alanlar, yan yana poz verenler ve kendi çıkarları için Esad'ı destekleyenler rezil oldular.
Türkiye'nin Suriye konusundaki dış politikası, -önemli gecikmelere rağmen- doğru ve insanî bir politikadır. İddia edildiğinin aksine, Türkiye, Suriye krizi konusunda, İslâmcı geçinen fakat Müslümanları şehit eden El-Kaide, IŞİD gibi terör gruplarının hiçbir şekilde yanında yer almamıştır. Mazlum Suriye halkına hiç ayırım gözetmeden insanî yardım yapmıştır. Şefkat kucağını mağdur Suriyelilere sonuna kadar açmış ve bütçesinden milyarlarca lira harcama yaparak sayıları 1 milyona yaklaşan Suriye mültecilerini misafir olarak kabul etmiştir.
***
Suriye ile aramızda 900 kilometreden fazla sınır vardır. Suriye, 1000 yıldan daha uzun bir zaman boyunca Türk hâkimiyetinde kalmıştır. Çok değil henüz 90 yıl önce Suriye, Osmanlı- Türk İmparatorluğu'nun toprağı idi. Mîsâk-ı Millî sınırları içinde kalan Halep ve Kuzey Suriye bölgesi daha sonra terk edilmiştir. Bu görülmemiş soykırıma mâruz kalanların hepsi de eski Osmanlı vatandaşlarının çocuklarıdır.
Türkiye'de yaşayan ve 'Türk Milleti'nin büyük çoğunluğunu meydana getiren Türklerin -az sayıdaki Kıpçak Türkü haricinde- hemen hepsi Türkmen'dir. Bugün Ortadoğu'da bulunan 10 milyon civarındaki Türkmenler bizim soydaşımız, Müslüman kardeşimiz ve insanımızdır.
Hâlen Suriye'de, toplam nüfusun yüzde 16'sını oluşturan 3.5 milyon Türk soydaşımız yaşamaktadır. Kürt kardeşlerimiz ise 1 milyona yakın sayılarıyla Suriye'nin üçüncü grubunu teşkil etmektedir. Suriye'de, diktatör Hafız Esad döneminden beri yüzde 8'lik Nusayrî azınlık ülkeyi yönetmektedir.